XOXO Magazine an interview with Seza Bali

INTERVIEW/ART

                                        NIGEL VAN WIECK

                              Damardan Americana


Aslen İngiliz olan Nigel Van Wieck, kariyerini New York’ta oluşturması ve Amerikan Realizm stilinin önde gelen isimlerinden biri olmasından dolayı  Amerikalı zannedilebilir. Resimlerindeki kuvvetli ışık kullanımı, Van Wieck’in gençlik yıllarında kinetik sanatla haşır neşir olmasından kaynaklanıyor. Americana temasını en melankolik halleriyle çizen sanatçı; üstsüz güneşlenen kadınlar, çatıyı tamir eden bir usta, sokağı süpüren bir adam gibi günlük hayattan karelerinde bize insanın yalnız hallerini tekrar tekrar hatırlatıyor.

                   
                           interview seza bali photographer jason rodgers photographer assistant shean





Bu yıl için kendinize hedefler koydunuz mu?
Her günün kendine dair bir hedefi olduğunu düşünüyorum, bu yüzden sadece yeni yıl için hedefler belirlemiyorum.


1970’lerde Londra’daki Hornsey College of Art’ta okurken igüratif çalışmalar gerçekleştirdiniz. Mezun olduktan sonra figüratif işlerinize ara verdiniz, neon ile eserler ürettiniz. Ve daha sonra resme geri döndünüz. Bu geçiş nasıl oldu?
Hornsey’de okuyan öğrenciler, oturma eylemleri ile İngiltere’de bir öğrenci devrimi başlatmışlardı. Ben 1969'da okula başladığımda bu eylemler bitmişti fakat o noktada okul radikal bir şekilde değişmişti ve büyük bir kaos içindeydi. En karizmatik hocalar Dante Leonelli’nin liderliğindeki bir grup kinetik sanatçıydı. Bu hocalarla okuyarak ışığın önemini öğrendim, neon ve akrilik kullanarak kinetik heykeller ürettim. Heykelle çalışıyordum fakat zaman geçtikçe asıl ilgimin iki boyutlu işler olduğunu fark ettim ve resme geri dönmeye karar verdim. Ancak ortada bir sorun vardı; resim yapmayalı 10 sene olmuştu. Resim yapmak istiyordum fakat nereden başlayacağımı
bilmiyordum ve haftalarca boş tuvalin önünde oturdum. Yine bu günlerden birinde, elime bir sanat kitabı aldım, şansa bakın ki kitap yere düştü ve tam da Vermeer’in The Allegory of the Artist isimli
eserinin olduğu sayfa açıldı. O resimde Vermeer’in aslında ışığı çizdiğini fark ettim ve ışığın anladığım bir konu olduğunu hatırladım.  Bu andan sonra da resim yapmaya başlayabildim.


Bugün Nigel van Wieck dendiğinde, ister istemez, Edward Hopper’ın da adı geçiyor. Geçmişte sizi etkileyen diğer sanatçılar kimlerdi?
Edward Hopper’ın resimlerini 1979’da New York’a geldiğimde gördüm ve bu işlerde de Vermeer’de gördüğümle karşılaştım; Hopper da ışığı çiziyordu... İşlerimde onun tarzını andıran öğeler olduğunun
arkındayım, fakat bu teknikten çok ikimizin de yalnızlık temasını işlememizden kaynaklanıyor. Bu tema aslında Hopper öncesi Amerikan figüratif resimlerinde de sıklıkla işleniyordu; Thomas Eakins’in Max Schmitt in a Single Scull'ı, Winslow Homer’ın The Gulf Stream'i veya The Veteran in a New Field'ı gibi örnekler verebiliriz. Amerikan figüratif resim sanatında yalnızlık konusunun sürekli işlenmesi aslında ABD’nin bir nevi yalnızlar ülkesi olmasından kaynaklanıyor; burası yeni bir toprağa adım atmış göçmenlerin ülkesi. Hopper yalnızlık ve ayrılık konularını sert bir dille çiziyor, ben ise onun tersine bu yalnızlığı -ama tek başınalık değil- çizerken şehveti de öne çıkarıyorum. Hopper’la ortak noktamız, ışıkla obsesif bir ilişkimiz olması ve kompozisyonlarımızda geometriyi kullanmamız. Işık, işlerimde hep var olan bir konu, sanırım bu yüzden de üniversitede kinetik sanatla
ilgilendim. Işığın birçok kullanımı var; dikey, yatay ve diyagonal çizgilerle geometri oluşturuyor, bir anı dramatikleştiriyor ve öyküye boyut katıyor. Vermeer gibi, Hopper da kariyerimin başlangıcında benim için önemli bir esin kaynağı olmuştur... 80’lerin başında post-modern düşüncelerle ilgileniyordum. İtalyan post-modern ressamların sanat tarihinden imajları kullandıklarını gördüm. Ben de bu yaklaşımdan esinlenerek Poussin’in resimlerini çizmeye başladım. Üniversitede kinetik sanat okuduğum için resimle ilgili kompozisyon veya tasarım gibi teknik bir eğitim almamıştım. Poussin ile kompozisyonu ve pozitif le negatif formların önemini anlamaya başladım, bu düşünceler de kendilerini daha sonra Working Girls serisinde gösterdi.


Resimleriniz çok gerçekçi ve öyküsel. Bu öyküleri kurguluyor musunuz, yoksa gerçek anlardan, mesela bir fotoğraftan referans alarak mı çalışıyorsunuz?
Çizimler, fotoğraflar, hafızam ve hayalgücümü kullanıyorum. Bazen   gerçekte tanık olduğum anları da referans olarak alıyorum. Şöyle bir örnek vereyim; bir gece New York’ta bir bardaydım, genç ve alımlı bir çift gelip yakınımda bir masaya oturdular. Bir süre yiyip içtikten sonra
tartışmaya başladılar, kadın o kadar sarhoş oldu ki masada uyuyakaldı ve adam kadını orada bırakıp gitti. Karşımda çok dramatik bir sahne vardı; boş bir odada, beyaz masa örtüsünün üzerine yığılmış yalnız bir kadın. O kadının hatırasını 10 sene sonra tuvale döktüm. Resimler için çizimler yapıyorum fakat resim yaptığım süreçte o resmin varacağı nokta dramatik bir şekilde değişebiliyor. Resim bazen bir yolculuktur, bazen de bir bakış açısı.


New York’a ilk geldiğinizde bu şehir sizin için ne ifade etmişti?
Buraya taşınmam benim için yeni bir başlangıç demekti, ve bu yenilik resme geri dönmemi de kolaylaştırdı. Karşımda yeni bir hayat, yeni arkadaşlar ve resim için yeni konular vardı.








Escape oil on panel 18x24 inches 

Bir gününüz nasıl geçiyor?
Atölyemle evim Garment District’te birbirlerinden birkaç sokak uzaklıktalar. Garment District New York’un otantik bir bölgesi olduğu için her gün evimle atölyem arasında yaptığım yürüyüşten çok keyif alıyorum. Sabahtan akşama kadar atölyede resim yapıyorum, bazı akşamlar operaya gidiyorum. Yazın ise Central Park’ta insanları izleyip gözlem yapmayı seviyorum.


Resimlerinizi üretirken izleyiciyi ne kadar düşünüyorsunuz?
Resimlerim öyküsel oldukları için mutlaka bir izleyiciye ihtiyaçları var. Fakat çizmek tek başına yapılan bir eylem olduğu için, resim yapma esnasında öyküyü aslında kendime anlatıyorum.


'Odalisque' adlı eserinizden bahsedelim. Sanat tarihi boyunca sıklıkla karşımıza çıkan,çıplak bir şekilde uzanan bu kadın figürü, Batı kültüründe harem kadınlarına verilen ada gönderme yapıyor. Ingres’ın dünyaca ünlü 'Grand Odalisque' eserinde olduğu gibi erotik içerikli eserlerde bir fantezi figürü olarak kullanılan bu figüre sizin yaklaşımınız nasıl oldu?
Bu eseri yaptığım sırada 19. yüzyıl oryantalizmi ve erotizminden haberdardım, ayrıca bu pozun da sanat tarihinin en önemli pozlarından biri olduğunu biliyordum. Benim çizdiğim Odalisque de, Ingres’ın Grand Odalisque’i ile aynı pozda; kadın sırtını dönmüş, kışkırtıcı bir bakışla izleyiciye bakıyor.


Figürün yer aldığı havuz başındaki mozaikler de bahsettiğim oryantalizme referans veriyor. Figürün bakışı çok etkileyici. İzleyici ile göz teması kurması onu bir nevi teşhirci yaparken, bizi de sanki röntgenci konumuna sokuyor?
Figür ile izleyici arasına koyduğum havuz bir güvenlik yaratarak Odalisque'in seyirciye kışkırtıcı bir şekilde bakmasına izin veriyor.  Aynı zamanda bu havuz bir kaleyi çevreleyen hendekler gibi koruma
sağlayarak, izleyicinin karşıya geçmesine engel oluyor.


The Roofer’da ise, bizim dışımızda eserin içinde yer alansahneyi izleyen bir karakter var. Buradaki bakış nedir?
The Roofer’daki bakış daha farklı. İzleyicinin tanık olduğu iki ayrı dünya var; güneşlendikten sonra bahçesiyle uğraşan bir kadın ve çatıyı tamir eden bir işçi. Bu sahneler, bize aslında hayatın akıp gittiğini hatırlatıyor.


Sıklıkla deniz ve yelken konularına geri dönüyorsunuz...
Yelken yaptığım bir dönem oldu. Işığın yelkenlilerin üzerine vuruşuna ve yelkenin rüzgarla olan etkileşimine hayran olmuşumdur. Gökyüzü gibi, deniz de her gün bambaşka bir karaktere bürünüyor.






Q Train, Oil on canvas, 24”x36”

Working Girls serinizde erkek ile kadın arasındaki duygusal kopukluk çok bariz, aynı mekan içinde birbirlerine çok yakın durmalarına rağmen, fiziksel bir iletişimleri yok. Bu tür işlerinizde günümüz kadın-erkek ilişkilerine gönderme mi yapıyorsunuz?
Sizin bahsettiğiniz yalnızlığı ben yalnız olmak olarak görüyorum,bunlar farklı şeyler. Erkeklerin ve kadınların yalnızlığı daha farklı tecrübe ettiklerini düşünüyorum. Günümüzde karşı cinsler arasında
iletişim eksikliği ve duygusal bir mesafe var. Working Girls serisi, kadınla erkek arasındaki güç ilişkisini irdeleyen karanlık resimlerden oluşuyor. Bu seride alegorik bir anlam da var; kadınlar bir yandan güzelliği ve sanatı temsil ederken diğer yandan günümüzde erkekler kadar takdir edilmediklerini bize hatırlatıyorlar. Bu arada küçüklüğümde iki sene boyunca bir hastanede hareketsiz bir şekilde yattım, psikoanalitik bir açıdan bakarsak, belki de bu yüzden işlerimde yalnızlık konusu sıklıkla ortaya çıkıyor.


Dancing seriniz ise capcanlı renkleri, pozitif bir ruh haliyle diğer işlerinizden çok farklı. Bu seriye başlamanızı tetikleyen ne oldu?
Dancers resimlerim, seneler boyunca biriken fikirlerimin ve görsel temaların bir araya gelmesiyle oluştu. İşlerimin çoğu insan ve insan ilişkileri hakkında olmuştur, Dancers’da da insan ilişkilerini
inceledim ama burada daha pozitif ilişkiler görüyoruz. 90’lı yıllarda aile ve çocuk portreleri çiziyordum ve portre ile kompozisyonum da değişmişti. Portre, özellikle sipariş üzerine yapılan portre, izleyiciyle bir iletişim kurma derdine sahiptir. Working Girls’deki sert çizgi ve ışık kullanımı, portrelere başladığımda yerini daha kıvrımlı çizgilere ve yumuşak ışık kullanımına bıraktı. İşlerimde
hep irdelediğim insan ilişkileri bu sefer pozitif ilişkiler üzerine ve insanların birbirlerine dokunduğu, iletişim kurduğu kompozisyonlarla ortaya çıktı. Bu resimlerin içeriye dönük değil, aksine daha açık olmalarını istiyordum. O dönemde yeni bir konu arayışındaydım; dans, erotizmi ve öykü anlatmayı mümkün kılan bir konu olduğu için ilgimi çekti... Dans keyif verir, dans eden kişi kendini mutlaka mutlu hisseder. Bir profesyonel dansçı bu serim ile ilgili şunu söylemişti; “İnsanların önünde dans etmenin nasıl bir şey olduğunu biliyorum, acınızı unutmak için de dans etmenin ne olduğunu iyi bilirim ve bu resimler o tecrübeyi anlatıyor”. Ben de dansın yarattığı keyfi, danstan alınan hazzı çiziyorum. İzleyicinin dans pistinde olduğunu hayal edip, müziği ve bedenleri hissetmesini istiyorum. Yeni teknik ve kompozisyonları eski ilgilerimle birleştirdiğim bu seri, dilimin gelişmesinde önemli bir adım oldu. Bu da işi taze ve canlı tutuyor.


Pastel ve yağlı boya ile çalışıyorsunuz, birini diğerine göre daha çok tercih ediyor musunuz
Bir resme başlamadan önce hangi materyali kullanacağınıza nasıl karar veriyorsunuz? Pastel elimin bir uzantısı gibi. Bazı malzemelerle doğal bir ilişki kurarken, bazılarına alışmak için o malzeme ile vakit geçirmek gerekiyor. Bir fikri araştırmak istediğim zaman, hem çizim hem resim yapabildiğim çok yönlü bir malzeme olan yağlı pasteli tercih ediyorum. Aynı zamanda bu malzeme resimlere bir sıcaklık katıyor, bu sebepten dolayı çocuk portreleri için de kullanıyorum. Yağlı boya ise çok özgürlük tanıyan bir malzeme olduğu için büyük boy işler yapmak istediğimde onu kullanıyorum.


Elinize boya almak istemediğiniz dönemler oluyor mu?
Bazı günler diğerlerinden daha zor olabiliyor ama ben ilhamın gelmesini beklemeye değil her gün çalışmaya inanıyorum. Bu düşünce tarzı ile devam ettiğim için de tıkandığım bir dönem olmadı.


Bugünlerde ne üzerine çalışıyorsunuz? 70’lerde kinetik sanatla uğraştığınız gibi bundan sonraki çalışmalarınızda bir değişiklik görecek miyiz?
Şu anda, Nisan ayında New York’ta Didier Aaron Gallery’de açacağım Connect sergisi üzerine çalışıyorum. Konularımda bir değişiklik söz konusu; seyahat ve iletişim temalarını araştırdığım resimlerdeki figürler yine yalnızlar ama cep telefonu gibi modern teknolojik araçlar sayesinde de başkalarıyla etkileşimdeler. Bu paradoksu araştırıyorum, bu insanlar gerçekten yalnızlar mı yoksa hep birlikte bir yalnızlık mı yaşıyoruz? Diğer bir seri ise karanlık bir otoyolda arabaların birbirini takip ettiği Chase. Bu resimlerde izleyici sürücünün bakış açısına sahip; dışarıdan sahneyi izlemek yerine resmin içinde yer alıp takibin heyecanını yaşıyor.